Minimalizm ve Paylaşım Toplumu
Son zamanlarda zihnim tek bir sorunun etrafında dönüp duruyor. "Sahip olmak mı yoksa olmak mı?". Sahip olmaktan kastım, dolabımda bir gün gün yüzüne çıkmayı bekleyen bir sürü kıyafet, bir gün lazım olur diye aldığım fakat hiç kullanmadığım birçok aksesuar ve odamda yer kaplayan, atmaya kıyamadığım eşyalarım. Olmak ise, daha derin bir anlam barındırıyor. Hayat yolculuğumuzun en temel sorularına odaklanıyor, "ben kimim?", "varoluşumun amacı ne?" Beynimi bir kitap gibi avuçlarımın arasına almış, okumaya ve anlamaya çalışıyorum satırlarını.
Nispeten küçük bir alanda ve az eşya ile yaşamaya başlamam bir karavan vesilesiyle oldu. Özgür ruhlu ve maceraperestlik içeren bir hikaye anlatmayacağım. Karadeniz'in yemyeşil doğasında dünyaya merhaba diyen, doğa tutkunu bir anne babanın kızı olarak, doğadan ayrı büyümem düşünülemezdi elbette. Şehir merkezine çok da uzak olmayan, ormanlık bir alanda keşfettiğimiz karavan köyünün sakini olmaya karar vermiştik uzun süre önce. İş ve okul hayatlarımıza şehirde devam edecek, geri kalan tüm zamanlarımızı karavanda geçirecektik.
Bir karavanda yaşamak. Şehrin rahatlığını geride bırakarak, 2-3 parça kıyafetimin sığabildiği dolaplarla, her an sıcak su akmayan musluklarla hayatına devam etmek. Elektriğin her an gitmesi ihtimali. Konformizmin çöküşü.
Karavan köyün bir parçası olunca, doğadaki envai çeşit canlıyla da etkileşime giriyorsunuz ve doğayı çok daha yakından tanıma fırsatı buluyorsunuz. En çok ilgimi çeken ve beni "yavaş yaşam" tarzı ile kendine hayran bırakan kaplumbağa ile karşılaşmak oldu. Evini sırtında taşıyan ve hayatında aceleye yer olmayan bu canlı, modern şehir yaşamında devamlı bir yerlere yetişme telaşında olan bizlere çok şey anlatıyor aslında. Ve dünya üzerinde en uzun süre yaşayan hayvanlardan birinin kaplumbağa olması da bu sebeple tesadüf değil. Her gün aynı saatte bahçemize gelip uzayan otları sakince yiyen bu canlı, her seferinde "bu hayatı biraz daha basit yaşayın, karmaşık hale getiriyorsunuz" bakışı attıktan sonra yavaş adımlarla gözden kayboluyor.
Belki de doğru söylüyordur, bu hayatı bizler karmaşık hale getiriyoruzdur. Ünlü Alman şair Goethe "İnsanlığın üç bin yıllık tarihinin düşünce muhasebesini yapamayan insan, karanlıkta yolunu bulamaz, günü gününe yaşar ancak." der. Varoluşla ilgili sorulara cevap bulabilmek için, oldukça eskiye uzanan insanlık tarihine bakmak gerekli belki de. Yuval Noah Hariri'nin değerli eseri "Hayvanlardan Tanrılara Sapiens"te belirttiği gibi, günümüzden 150 bin yıl önce ortaya çıkan Homo Sapiens’ler, avcılık ve toplayıcılıkla hayatlarını sürdürüyorlardı. Yaklaşık 70 ila 30 bin yıl öncesinde gerçekleşen Bilişsel Devrim ile birlikte, Homo Sapiens’lerin bilişsel yetilerinde gelişme sağlandı ve yeni düşünme ve iletişim yöntemleri keşfettiler. 10 bin yıl öncesinde Tarım Devrimi ile birlikte yerleşik yaşama geçildi ve Homo Sapiens için "istifleme" dönemi başlamış oldu. Avcılık toplayıcılıkla geçinen ve sınırlı düşünme yetisi ile hayatta kalma mücadelesi veren Homo Sapiens, bilişsel yetenekleri gelişince artık kendi besinini üretip, ihtiyacı kadarını tüketip, geri kalanı biriktirmeyi keşfetti. 18. Yüzyıla kadar tarım toplumları tarafından yazılan dünya tarihi için yeni bir dönem başlamış oldu. Endüstriyel Devrim ile birlikte buharlı makinelerin ve elektriğin keşfi, üretimin hızlanmasına ve dolaylı olarak tüketimin de önem kazanmasına neden oldu. 20. Yüzyıl ile birlikte tüketim, hayatlarımızın vazgeçilmezi olmaya başladı. Tüketim toplumu kavramının ortaya çıkması bu döneme rastlar.
İhtiyaçlarımıza yönelik faydalı ve çeşitli ürünlerin üretilip bizlere sunulması, insanlık tarihinin eşsiz ilerlemesinin önemli bir sonucu elbette. Tıpta, teknolojide, doğa bilimlerinde yaşanan gelişmeler, Homo Sapiens’in bitmek bilmeyen merakının oluşturduğu evrensel mirasın bir tezahürü. Fakat bir yandan da oluşturulan tüketim toplumu, üyelerini zaman zaman buhrana sürükleyebiliyor. Ortaya çıktığı ilk günden beri önce hayatta kalma savaşı verip, bunda başarıya ulaştıktan sonra varoluşunu sorgulamaya başlayan insan'ın varoluşunu "tüketmek ve sahip olmak" ile anlamlandırıyor olması, bir süre sonra karakter aşınması yaşamasına sebep olabiliyor. "Sahip Olmak ya da Olmak" kitabının yazarı Erich Fromm'a göre, nesnelere sahip olmak, onları elde edip kendi egemenliğine almak ve saklamak türündeki bir tutku, insanın doğumu ile birlikte onda var olan bir duygu değildir, toplumsal gelişmelerin ve koşulların insan türü üzerinde etkili olması sonucu ortaya çıkar. Buradan şunu anlayabiliriz, kendi özgür irademiz ve bilincimiz ile birlikte ihtiyaç fazlası tüketimi durdurabilir ve daha paylaşımcı bir toplum inşa edebiliriz.
Peki bunu nasıl yapabiliriz? Minimalizm akımından bahsetmek istiyorum. Günümüzde oldukça popüler olan bu düşünce akımının, Eski Yunan'da bile gündemde olduğunu biliyor muydunuz? Platon der ki "Önemli olan hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır." İçsel zenginliğimiz ne kadar çok olursa, dışarıdan bir şey almaya o kadar az ihtiyaç duyarız. Böylelikle kendimizi çok daha özgür hissedebiliriz. Kendi içimize, kendi ağırlık merkezimize yapacağımız bir yolculuk, içsel aydınlanmamızı yaşamamıza vesile olacaktır. Belki bu şekilde mutluluğu tüketmekte değil, paylaşmakta bulacağız.
Japonların uzun ve mutlu yaşama sırlarını anlatan "İkigai" isimli kitapta okuduğum bir kısım beni oldukça etkilemişti. Yeme - içme düzenlerine dikkat eden, hareket eden ve zihinsel olarak akışta olan ileri yaştaki Japonlar, düzenli olarak kendi yaşlarındaki arkadaşları ile biraraya geliyorlar ve karşılıklı paylaşımlarda bulunuyorlar. Bu durum daha sağlıklı ve mutlu olmalarını sağlıyor. Toplumun bir bireyi olarak değer görmek, karşılıklı paylaşımda bulunmak, Homo Sapiens’in binyıllarca süren hayatta kalma mücadelesinin önemli bir sonucu oldu. Kabilesi tarafından dışlanan ve mağara dışında yaşamak zorunda bırakılan bir Homo Sapiens’in tek başına ne kadar hayatta kalabileceği bir muamma.
Minimalizmi bir hayat felsefesi olarak benimsemek belki ruhlarımızı hafifletebilir. Kullanmadığımız fazlalıklardan kurtuldukça, hatta eğer mümkünse sosyal ağlar üzerinden ihtiyacı olanlarla paylaştıkça ve paylaşıma dayalı bir insanlık zinciri yarattıkça varoluşumuzu anlamlandırabiliriz. Hayatı uzunlamasına değil, derinlemesine yaşayabilirsek, kaygılarımızı azaltabiliriz. Belki de kullandığımız "şeylerin" markalarına değil, işlevselliklerine bakma zamanı gelmiştir. Sadeliğin güzelliğini keşfedebiliriz.
"Kıtlık ekmeğin paylaşılmasına yol açar. Ekmeğin paylaşılması ise ekmekten daha tatlıdır" - Antoine de Saint Exupéry - Küçük Prens
Yorum Yap